İyiler ve Kötüler: Bilinçli Bir Ayrışma
İçinde bulunduğumuz evrensel çağda, insanlık büyük bir dönüşümün ortasında. Bu dönüşümde insanlar adeta ikiye ayrılmış durumda: Farklı bilinç seviyelerine sahip iki grup karşımızda duruyor. Bu durumu “iyiler ve kötüler” olarak tanımlamak, basit bir ayrım gibi görünse de aslında çok daha derin bir bilinç mücadelesini ifade ediyor. Bazıları bu durumu Agartha ve Shambhala, yani ışık ve karanlık güçlerin karşı karşıya gelmesi olarak nitelendiriyor. Bu kadim semboller, tarihten günümüze insan bilincinin hangi tarafında durduğumuzu sorgulamamızı sağlıyor.
Dünya, gerek somut gerekse soyut değerler açısından inkâr edilemez bir değişim içinde. Yeryüzünde meydana gelen büyük depremler, tsunamiler, hortumlar, kasırgalar, volkan patlamaları ve dünyanın manyetik alanındaki sapmalar, ekolojik dengenin bozulması, küresel ısınma ve sürekli artan insan nüfusu bu somut değişimin göstergeleri. Ancak bunların yanında, insanlığın soyut değerlerinde de ciddi bir çöküş yaşanıyor. Sevgi, empati ve paylaşma gibi insani değerler yerini kin, nefret, öfke ve intikam gibi yıkıcı enerjilere bırakmış durumda.
Peki bu noktaya nasıl geldik? Gerçekten bu kaotik duruma bilinçli bir şekilde mi ulaştık, yoksa birileri bizi bu noktaya mı sürükledi? Bu sorular, insanlığın tarihine ve bilincinin evrimsel sürecine bakmayı gerektiriyor.
Geçmişten Günümüze Bilincin Şekillenişi
Geçmişi bilmek, bugünü anlamak açısından oldukça önemli. Adem ve Havva’nın yaratılışına geri dönecek olursak, onların bilincini ilk kim ya da ne şekillendirdi? Aden Bahçesi’nde ortaya çıkan yılanın bu süreçteki rolü neydi? Bu sembolik anlatım, insan bilincinin ilk şekillenişi hakkında bize ipuçları sunuyor.
Tarihte, tanrıların ve insanların bilinçleri, mitoloji, teoloji, arkeoloji, sembolizm ve ezoterizm aracılığıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Bu bilgiler, insan bilincinin hangi etkilere maruz kaldığını anlamamıza yardımcı olur. Mitolojilerde sıkça rastlanan ortak noktalar; tanrıların göksel varlıklar olduğu, insanların onlardan korktuğu ve tanrılara itaat ettikleri düşüncelerini taşır. Tanrılar yöneticidir ve insanlar onlara hizmet etmekle yükümlüdür. Bu köklü inanç, binlerce yıl boyunca insan bilincini şekillendirmiştir.
Ancak burada önemli bir soruyu kendimize sormamız gerekiyor: Yaşamımızdaki kararlar, düşünceler, algılar ve iradeler gerçekten bize mi ait? Yoksa başkalarının bize dayattığı bilinçle mi yaşıyoruz? Eğer bu soruyu objektif bir şekilde değerlendirirsek, bize dayatılan bu bilincin farkına varmamız mümkün olacaktır.
Toplumun Bilinç Yönlendirmesi
Yüzünü dünyaya dönen insan, kendi öz bilincinden uzaklaştığında, başkalarının bilincinin hükmüne girer. Bu hüküm, çoğunlukla medya, eğitim, din ve kültür yoluyla bireylere dayatılır. Görsel ve işitsel uyaranlar, bireyin bilincini şekillendiren en güçlü araçlardır. Medya, eğitim sistemleri, moda, sinema, televizyon ve hatta sanat, bir toplumun genel bilincini oluşturur ve bu bilinç, alışkanlıklarla doğal bir parça haline gelir. Çoğunluğun bilinç düzeyi, azınlık üzerinde etkili olduğundan, toplumu yönlendirmek isteyenler için önemli olan, çoğunluğun bilincini şekillendirmektir.
Bu bilinç şekillendirme sürecinde sorgulayan bireyler, genellikle dışlanır ve marjinalize edilir. Toplumun normlarına uymayan bireyler, aidiyet duygusuyla korkuya kapılırlar ve bilinç dışlanma korkusu nedeniyle sorgulamaktan vazgeçer. İnsan bilincinin yönetiminde en etkili yöntemlerden biri “korku” ve “haz” duyguları üzerinden bir bilinç oluşturmaktır. Bu ikili yapı, insanlık tarihinde cennet ve cehennem kavramlarıyla simgelenmiştir. İnsan, haz duygusuna yönlendirilirken, korku yoluyla kontrol altında tutulur.
Reklam Örneği Üzerinden Bilinç Yönetimi
Görsel ve işitsel uyaranların bireyin bilinç üzerindeki etkisini anlamak için reklamların gücüne bir bakalım. Örneğin, bir konut projesi reklamı üzerinden ele alalım. Reklamda, en lüks plazalarda, krallara layık bir yaşam sürmenin hayali satılmaktadır. Bu reklamı izleyen kişi, önce mutluluk ve haz duygularıyla dolar, çünkü sahiplenme içgüdüsü tetiklenir. Şayet bu hayale ulaşabilecek olanaklara sahipse, imkanlarını zorlayarak bu yaşamı elde etmeye çalışır. Ancak aynı reklamı izleyen ve bu yaşamı elde etme imkanı olmayan başka bir birey, kendini şanssız hisseder, stres yaşar ve belki de derin bir öfkeye kapılır.
İki farklı bireyin, aynı uyarana verdiği tepkiler farklı olsa da, ortak bir nokta vardır: Dışarıdan gelen bu uyaran, duyular aracılığıyla bireylerin bilinçlerini etkileyerek onları harekete geçirir. Sahiplenme arzusu, insanın doğasında vardır, ancak bu arzunun kontrol edilmesi ve dengeye oturtulması, bireyin sahip olduğu bilinç ve farkındalık düzeyine bağlıdır. Kültürümüzde, gösterişin ve özendirmenin yanlış olduğu bir zamanlar önemli bir görgü kuralıydı. Ancak günümüzde, bu değerlerin yerini tüketim ve sahiplenme arzusu almış durumda.
Bilinçli Bireyler ve Toplumlar
İnsanlık olarak iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt etme iradesine sahibiz. Ancak bu iradeyi ne kadar kullanıyoruz? Eğer bize giydirilen kabuk kimliklerden sıyrılabilirsek, öz benliğimizdeki değerlere ulaşabiliriz. Bu da ancak bilinçli farkındalıkla mümkündür. Bilinçli bireyler, toplumu değiştirebilir. Ancak bu bilinç, bireysel tekâmül yolculuğunun bir parçasıdır.
Tanrıların insan için yazdığı kadere mi teslim olacağız, yoksa kendi irademizle kendi kaderimizi mi yazacağız? Bu sorunun cevabı, bireyin sahip olduğu bilinç düzeyine bağlıdır. Ezoterik öğretiler, insanın “cüzz-i iradesi”ni kullanarak kendi kaderini yazması gerektiğini sürekli hatırlatır. Bilinçli bir birey olmak, insanın bu iradeyi işletmesiyle mümkündür.
Karanlıktan Aydınlığa Çıkış
İnsanlık bugün, birçok açıdan bir karanlığın içindedir. Negatif enerji, korku, stres, güvensizlik ve tatminsizlik her yanımızı sarmış durumda. Ancak bu karanlıktan çıkmak, her bireyin insanlığa olan bir borcudur. Farkındalıkla hareket eden bir birey, kendi bilincini geliştirerek topluma da ışık tutar. Bu aydınlanma hareketi, bilgi, merak, anlama, sentez, analiz ve uygulama gibi sürekli bir sürecin ürünüdür. Bilinç, beden ve ruh ilişkisinde ayrılmaz bir ikili konumundadır ve bilinçli bir birey, karanlıktan çıkma yolunda toplumun öncüsü olabilir.
Bu yüzden, yapmadıklarımızı yaparak ve sorgulamayı hayatımıza entegre ederek, bilinçli bireyler ve toplumlar oluşturabiliriz. Bu yolculukta, her birimizin insanlık için taşıdığı sorumluluk büyüktür. Kendi bilincimizi aydınlatırsak, toplumun da karanlıktan aydınlığa çıkmasına katkıda bulunabiliriz.